Hindistan anılarıma devam: 1 ay boyunca Bangalore’da Swami Vivekananda Yoga Üniversitesi’nde yoga eğitimimi tamamladıktan, zorlu süreçlerden geçtikten sonra dedim ufak bir tatili hak ettim. Tam olarak nereye gideceğimi bilmiyorum, Goa’da tanıştığım bir arkadaşım Madurai’deyim ben dedi, e dedim tamam o zaman oraya geleyim, çıktım yola. 5-6 günüm falan var, bir sonraki durağım Vrindavan, tren biletimi çok daha önceden almıştım. ( Hindistan’da tren biletlerinizi önce almakta fayda var, yoksa yer bulmakta zorlanıyorsunuz. Turist kotası diye bir güzellik de var bazı yerlerde gerçi ama bu her istasyon için geçerli değil, bilginiz olsun.)
Madurai’de yapilacak tek sey tapinaklari gezmek sanirim. Bir suru tapinagin bir arada bulundugu bir bolge. Tapınakların içi-dışı birbirinden ilginç. Öyle şortla, kısa etekle falan giremezsiniz tapınaklara, girişte size varilen uzun lungileri takmanız gerekiyor. Gezerken fotoğraf makinemi içeri alamadığım için çok fazla fotoğraf çekme şansım olmadı.
Yanımdaki iki arkadaşım Hindistan’ı motorsikletle gezen iki kafadar, onlar da Hindistan’da tanışıyor ve yolculuklarının bir bölümünü birlikte yapmaya karar veriyorlar. Biri Amerikalı biri İngiliz, ilginç hayat hikayeleri var doğrusu.
Madurai’de 1 gece kaldıktan sonra ertesi gün Kodaikanal’a gideceğimizi öğreniyorum, motorlarla 4 saat falan sürer yol diyorlar. Bana uyar 🙂
Kodaikanal Tamil Nadu eyaletinin batı sınırında Kerala’ya yakın bir bölge. Kodaikanal adı Tamil dilinde “ormanın hediyesi” demek. Tepelerin prensesi olarak bilinen bu güzel şehre doğru yolculuğa hazırım tabi ki.
Ertesi gün sabahın 10`unda yolculuğa basladık. Eşlaları güzelce bağladık motorsikletin arkasına, bir arkadaş eşyaları bir arkadaş beni taşımakla görevlendirildi 🙂 Ve yolculuk başladı.. Sora sora, haritaya baka baka güzelce gidiyoruz. Ara sıra mola veriyoruz, cay içiyoruz, bir şeyler atıştırıyoruz, sonra yine devam ediyoruz. Yol kenarı kamyoncu lokantalarında yenilen yemeklerin tadı hiç bir yerde yok bilirsiniz 🙂
Yemekler muz ağacı yapraklarında geliyor, çatal kaşık yerine ellerinizi kullanıyorsunuz. En lezzetli yemek böyle oluyor 🙂
Hindistan’da en çok kullanılan araç motorsiklet, buradayken arkadaşlarımın arkasında sayısız motor yolculuğu yaptım ama en fazla 1 saatlik yolculuklar bunlar. Bu sefer ana yoldayız ve tam gaz, rüzgarı yüzümde hissede hissede, işte bu ya diye diye gidiyorum. Türkiye`ye döndüğümde motorsiklet alma hayalleriyle uçuyorum yolda 🙂
Hindistan`da yollar berbat: berbat kelimesinin ötesinde bir şey bulamadığım için berbat diyorum. Çukurlar, tümsekler ve ayrıca bilinçli konulmuş hız kesme tümsekleri ( özel adı vardır elbet ama bilmiyorum ). O yol nasıl bitti bir de bana sorun, yandım anam, vay popom..
Neyse ki 6 saatlik molalı yolcuğun ardından Kodaikanal`a vardık. Sora sora Vattakanal`ı da bulduk. Hindistan`da gördüğüm bir hippi yerleşimi daha ve yine tabi ki İsrailliler 🙂
Ama Vattaikanal’ı nasıl anlatmalı bilemiyorum gerçekten. Buraya bayıldım bayıldım…Dağın tepesi; mükemmel manzarası, güzel sonbahar soğığu ( tam da özlediğim hava ) , yeşil ve dağ mavisi… Güzel bir film başlangıcı düşleyin, yemyeşil bir dağ, motorsikletle virajlı dağ yollarında ilerliyorsunuz, yol kenarı ağaçlarla dolu, sonra bir sis bulutunun içine giriyorsunuz, güzel bir soğuk, dondurmayan ama hafifçe üşüten , ardından hafifçe bir yağmur başlıyor çiselemeye… Böyle anlara bayılıyorum, gerçek hayatı film sahneleri gibi yaşamak…
Biraz dolaştıktan sonra bir oda bulup yerleşiyoruz. Burası Altaf Cafe: Vattakanal`daki tek cafe 🙂
Oda bulup yerleştikten sonra biraz yürüyüşe cıkalım deyip dağa tırmanmaya başladık. Umulmadık yerlerle evler, bazısı köylülere ait bazısı hippilere. Keyifle evlerinin önünde uzanan hippi gençliğe selam verip biraz sohbet edip ilerliyoruz, kimin evinin önüne gelirsek onunla biraz sohbet sonra yola devam.. Keyifli kısa bir trekking oldu..
Akşam dedik ki bira içelim ama onlar da bize dedi ki burda yoook, şehre inmeniz gerek. E dedik ineriz o zaman. İyi güzel indik şehre, yemeğimizi yedik, biramızı aldık, dönüyoruz. Gecenin bir yarısı virajlı dağ yollarında bir bulutun içinde buluverdik kendimizi. Hiç bir şey görmüyoruz, hic bir şey.. Yalan yok, korktum çok fena, Allah’a emanet yol almak denir ya, işte oydu sanırım bizimkisi. O yol nasıl bitti, biz nasıl sağ kaldık ben de anlamadım.
Kaldığımız yere vardıktan sonra rahatladım tabi, hafiften yağmur çiselemeye başladı, sonra yağmur hızlandıkça hızlandı. Biralarımızı yudumlarken bardaktan boşanırcasına yağan yağmuru izlemenin keyfi.. Dağın tepesindeyseniz ve başınızda bir çatı varsa değmeyin o keyfe 🙂
İlk Vattaikanal gününü bitirdik, ertesi gün bize trekking icin önderlik edecek rehberimizi de ayarladık, artık rahatça uykuya dalabiliriz.
Ertesi gün güzel bir kahvaltıdan sonra rehberimiz geldi, trekking için hazır mıyız ? : hazırız ( bok hazırız )
Güzelce başladık yola. Şelalelere doğru gidiyoruz. Aksam çılgınca yağan yağmur neticesinde yerler ıslak. Peki ben ne giymişim: şalvar.
Yola başlayalı çok da fazla olmadı ki ilk hamle geldi: ayağım kaydı. İlk düşüşümde dedim ki tamam olabilir, 2 düştüm, dedim tamam sakin ol, mümkündür olabilir, 3 düştüm , e dedim en sonunda kızım sen harbiden malsın. Kim dedi sana şalvarla trekking yap diye ? Ayaklarıma dolanıyor, rahat hareket edemiyorum, üç güzel düşüşün ardından şalvar sırılsıklam, sağ ayağım ıslak sol ayagim kuru neyse ki 🙂
Şelalenin tepesindeki hala “ben okeyim” diyen fotoğrafım 🙂
Tüm sakarlıklarıma rağmen güzel bir trekkingti ama ne yazık ki biz şanslı bir grup değildik, hava sisliydi. Tepelere tırmandik ama güzel manzara yerine sis bulutunu seyrettik. Yine de nasıldı derseniz: paha biçilemez derim size..
Yolda çalışan köylülere denk geliyoruz, biraz şaşkınlar bizi görünce…
Ormanın derinliklerinde bir bufalo size doğru geliyorsa, deriiin deriiin nefes alın..
Yeni yol arkadaşları da buluyoruz kendimize..
Sis yüzünden manzara çok net görünmese de sis yolculuğumuza farklı bir hava kattı…
Yüksekte, en yüksekte.. Kayalara uzanıp, bulutları izleyerek Eddie Vedder Long Nights dinlemek. ( Into the Wild soundtrack). Daha iyi bir önerisi olan ?
Şehir merkezi yani Kodaikanal’ın da farklı bir enersi, havası var. Ben çok sevdim buraları, buralardan ev kiralasam, hep sonbahar havasıyla ne yazılar yazarım haa diye düşünmedim değil 🙂 Kim bilir hayat ne getirir belli olmaz 😉