Durmak ya da durmamak mıydı bütün mesele?

0

Durmak ya da durmamak, duramamak; işte bütün mesele bu muydu?

Kendi kendime mesele yapmıştım duramıyor olmamı. Neden duramıyordum, neden hep bir değişime ihtiyacım vardı, neden monotonluğu hem isteyip hem de yapamıyordum?

Üzerine düşündükçe içinden çıkılmaz bir hal alır zannettiğim mevzu başka bir yerden bakma denememle başka bir hal almaya başladı. Belki de şöyle sormalıydım: onlar neden hep duruyordu? Evren devamlı değişirken, her şey ama her şey her an bir değişime uğrarken onlar nasıl yıllardır aynı hayatları yaşıyor, aynı güne uyanıyor, aynı evin penceresinden dışarı bakabiliyordu. Ben neden onların hayatlarını kendime referans almaya çalışıyordum ki? Bu referansı almam gerektiği bana nereden öğretilmişti ki?

Yeni tanıştığım bir arkadaş ortamında konu bir şekilde benim hikayeme geldi, meraklı gözlerle dinleyen insanların içinden şimdi baktığımda “kibirli bir ukala” olarak tabir edeceğim bir kadın bir şehre, bir eve bağlanmak istememe, hep yeni bir şeyler öğrenmek isteme, evrenle beraber hep bir değişime maruz kalmak isteme halime “doyumsuzluk değil mi bu?” diye çıkışmıştı. Halinde küçümsemeye çalışan, ukala bir tavır hakimdi. Devamlı harika bir kocası olduğundan ve tabi ki dahi bir çocuğu olduğundan bahseden kadınlardan biriydi sadece aslında, ben yine de ciddiye aldım ve “belki de öyledir, bilmiyorum” dedim.

Evli ve çocuklu insan faşizmi diye bir şey var. Sanıyorlar ki herkes onların yaşadığı hayatı istiyor.

Ne münasebet?

Ertesi günlerde bu sözü kafaya taktığımı fark ettim. Doyumsuz muydum ben? Hiçbir yer, hiçbir kimse beni doyuramıyor muydu? Hep daha fazlasını mı istiyordum? Elimdekiyle yetinmesini bilmiyor muydum ki? Bu muydu acaba benim sorunum?

Hep bir şeyler değişsin istemiyordum aslında, sadece hep bir şeyler değişiyordu ve ben bu değişime ayak uyduruyordum. Doğanın sıradan bir parçası gibiydim, o kadar. “Ah bu hali çok sevdim, hep bu hal kalsın” ya da “ah bu hal çok güvenli, başka bir hal başımı kim bilir nasıl da belaya sokar” diye düşünmüyor, sadece geleni hoş geldin diye karşılıyor, gideni güle güle diye uğurluyordum büyütmeden. Ya da gitmem gerektiğini hissediyorsam hoş çakal diyordum yine büyütmeden.

Hiç mi derdim yoktu bu değişimle? Vardı elbet; kitaplarımı koyacak bir kitaplığım olamıyordu mesela. En çok hayalini kurduğum şeyin tüm kitaplarımı yerleştirdiğim bir kitaplık olduğunu söylesem inanır mısınız? “Zamanı gelecek” diyorum sadece kendime, zamanı gelecek biliyorum.

“Aman Tanrım ne kadar cesur kararlar” dedikleri kararların aslında benim için evet belki zor ama çok da büyütülmeyecek kararlar olduğunu fark ettim. Benim bir konfor alanım yoktu aslında. Ben her yeri konfor alanım yapabiliyordum ve yapamadığım bir an geldiğinde, o alan beni çürütmeye başladığında orayı bırakmayı çok iyi biliyordum hepsi bu. Hayatın şu gerçekliğini deneyimlerle öğrenmiştim: her zaman yeni bir yaşam alanı yaratabilirdik.  Asla şunsuz yapamam dediğimiz her şeysiz yapabilirdik, asla orada yaşayamam dediğimiz her yerde yaşayabilirdik, hem de belki de bir öncekinden daha iyi bir yaşam yaratarak.

Her şeyi kontrol etmeye çalışmanın, hep aynı hayatı değişmeden yaşamaya çalışmanın var olan değişime ayak uydurmaktan daha yorucu olduğunu anladım. Hayatın bize bizim planladığımızdan daha güzel bir plan yapmış olabileceği gerçeğini hatırlatıyorum hep kendime. Durmak ya da duramamak işte bütün mesele bu değildi, olmak ya da olmamaktı bütün mesele. Hayatın içinde gerçekten olmak ya da durduğun yerde olmuş gibi yapmaya çalışmak.

Hiçbir çoğunluğun azınlık üzerinde kurmaya çalıştığı diktatörlüğe boyun eğmeden olduğum haliyle bu hayatı yaşama sözü veriyorum kendime.

Ben bir kısrak gibi geldiysem dünyaya, şahlanıp gitmek içimde varsa bunu kabul etmekten daha güzel ne olabilir?

“Biraz su biraz yeşillik, her yer benim evimdir
Taşırım dünyayı sırtımda, her dil benim dilimdir”

 

 

 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here