Dünyanın Geleceği İnsanoğlunun Elinde (mi?)

0

Hint mitolojisinde Trimurti diye bir kavram vardır, 3 büyük Tanrı’yı simgeler; Brahma yaratıcı, Vishnu koruyucu, Shiva yokedici Tanrı’dır.

Doğanın içerisinde tüm düzen bu döngü ile devam eder. Varlıklar olur/doğar/filizlenir, yaşar/varolur/mücadele eder/ ve ölür/yıkılır/ortadan kalkar ve dönüşüm yeniden başlar, hep devam eder.

İnsanoğlu doğa üzerindeki etkisinin farkına vardığından beri yaratabildiğine,yaşatabildiğine,yokedebildiğine inanır, oysa ki tek yaptığı “dönüştürmek”tir. Bilinçli olarak dönüştürebildiğini farkeden insanoğlu “hakikat”in kendisindeki tezahürünü farketmek yerine Tanrı olduğuna inanır ve “hakikat”ten uzaklaştıkça artık dünyayı hem kendisi hem de tüm varolanlar için eziyet dolu bir yer haline getirir. Gerçekliğin bilgisiyle doğan insan o bilgiyi öyle görünmez bir yerlere saklar ki artık kendi yaratttığı dünyanın gerçek olduğuna, tüm kurallarıyla değişmez, değiştirilmemesi gereken olduğuna derinden inanır. Yalan yalanı doğurur, yarattığı yalan dünya büyüdükçe büyür.

Sonra bir şeylerin yanlış gittiğini anlar insan, şikayet etmeye başlar. Yaşamından, elindekilerden, elinde olmayanlardan… Ama öylesine inanmıştır ki yarattığı dünyaya, isyanı bile “gerçek” değildir. Şikayet eder ama olduğu yerde çakılı kalmaya da devam eder. Şikayet eder çünkü bir şeylerin “istediği” gibi olmasını ister, “var olduğu” haliyle olmasına dayanamaz. Her şeyin kontrolü altında olmasına alışan insanoğlu kontrol edememeye katlanamaz. Katlanamaz da bir şey mi yapar? Sadece şikayet eder. Olanı olduğu haliyle kabul etmeyi bilmediğinden sadece şikayet eder.

Kimisi “dönüşüm” gücüne sahip olduğunu hatırlar ve şikayet ettiği şeyi değiştirmek için adım atar. “Çare” üretmeye çalışmak insanoğlunun en sevdiği iştir ve bizim yarattığımız bir çok şeyin çaresi de vardır. Yeni bir hayat, yeni bir iş, yeni bir düzen, yeni bir sevgili, yeni bir ev… Yenilenmek kendi gücünü farketmesini sağlar ve insanoğlu bu sefer yenilenmeye bağımlı hale gelir, tabi ki kendi yarattığı dünyasının kıt algılarıyla. Mutsuz olduğunu hissettiği anlarda saçını boyar, kıyafet alır, arabasını yeniler, telefonunu yeniler. Tüketerek yenilendiğini sanar, halbuki yenilenmek yeniden doğmaktır. Tıpkı kıştan sonra gelen bahar gibi; ölüp dirilmektir, olanı iyi ya da kötü diye yargılamadan kabul edip olmasına izin vermektir.

Doğayla savaşarak yarattığımız düzenlerde akışın aksi yönünde debelenerek, inat ederek, değişime direnerek kurduğumuz hayatların değişmemesi, elimizden gitmemesi için mutsuz, gerçeklikten uzak insanlar ordusu kurduk. İnsan en çok yalnız kalınca gerçekliğe yaklaşır, içindeki “hakikat”in sesini duymaya, hissetmeye başlar. Öyle korkar oldu ki insanoğlu hakikatin sesinden yalnız kalamaz oldu, kendi iç sesine dayanamaz oldu.

İşinden evine gitti televizyonu açtı ses olsun diye hemen, yolda yürürken kulaklıkları takıp müzik dinlemeden yürüyemez oldu, tek başına kafede oturmaktan, sinemaya gitmekten, alışverişe gitmekten bile korkar oldu büyük bir kısmı.  Görünürde yalnız olsa bile bazen, iç sesine tahammül edemediği için hemen bir şeyler koydu o boşluğa. En çok korktuğu şey “sıkılmak” oldu. Boş zamanlarını değerlendirmesine gerektiğine inandı hep ve boşluğu nerede görse onu hemen bir şey ile doldurdu. Dolduracak hiçbir şeyi olmayan da o boşluğa “dert” koydu. Çare üretemediği şeyleri olduğu gibi kabullenmek yerine bir duygu olan “acı”yı aldı, dönüştürdü ve “dert” yapıp o boşluğa koydu. Böylece hayatlarımız her karesi yalan yalnış doldurulmuş bir bulmacaya döndü, baş harfler doğru olmayınca onları birleştirip bulmamız gereken asıl kelime de asla bulunamadı.

Olana nereye kadar müdahale etme hakkımız var ki dersiniz? Dünyanın düzeniyle oynadık, gereğinden fazla çoğaldık, zulmettik, öldürdük, yaşamanın en çok bizim hakkımız olduğuna inandık ve en iyi şekilde daha doğrusu istediğimiz şekilde yaşayabilmek için bizim haricimizdeki şeyleri köleleştirdik, yıktık, yokettik. Doğa her müdahalemizden sonra değişti, tepki verdi, uyum sağladı, evrimleşti.

Mum alevine doğru ısrarla kanat çırpan bir güveyi durdurmalı mı ? Yoksa olmasına izin mi vermeli? Belki de orada ölmesi gerekiyor. Ama ya belki de benim orada bulunma sebebi o güvenin ateşe gitmesine engel olmaksa?

“Dünyada tüm kötülükler birisinin bir başkasının iyiliğini istemesiyle başlar” diye bir söz okumuştum bir zamanlar bir yerde. Birilerinin sizi nasıl yöneteceğini sizden daha iyi bildiğine inanması, birilerinin dünyanın diğer ucuna barış götürmesi, birilerinin sizin için en iyisinin aynı eğitimden geçmek olduğuna inanması…

Neyin iyilik neyin kötülük olduğuna nasıl karar veriyoruz? İyinin, kötünün ne olduğuna nasıl karar veriyoruz?

Bir ormanda yürüyorsun, bir akrep tarafından ısırılmış ve acı çeken bir adamla karşılaşıyorsun. Çantanda akrep zehri için panzehir var. “İyilik” yaptığına inanarak panzehiri veriyorsun adama. Adam iyileşiyor, ormanın sonundaki köye gidiyor ve köyde masum 10 kişiyi öldürüyor.

Ama belki de o masum 10 kişiden biri, komşunun 9 yaşındaki kız çocuğuna tecavüz edecekti yarın, eğer bugün ölmeseydi…

İyi ya da kötü yoktu belki de hiç. İstediğimiz gibi olan ve istediğimiz gibi olmayan vardı sadece. Oluyordu sadece bir şeyler. Peki bizim oradaki tavrımız olanı değiştirmiş miydi? Yoksa zaten bizim orada olacak olmamız ve oradaki tavrımız zaten olacak olan, olması gereken miydi? Bir şeyleri değiştirdiğimizi zannederken belki de sadece zaten “olan”ı yaşıyor olabilir miyiz?

Dünyayı bu hale bizim getirmiş olduğumuza inanmak ve yine bizim düzeltebilecek olduğumuza inanmak belki de insan kibrinin sadece şekil değiştirmiş hali olabilir mi?

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here